HABERLER

Mesut Urgancılar'dan Özel Açıklamalar

Genel Sekreterimiz Mesut Urgancılar, Beşiktaş Dergisi Aralık sayısına özel açıklamalar yaptı.

1967 yılında İnegöl’de dünyaya gelen ve eğitimini ODTÜ’de tamamladıktan sonra bugün otomotiv yan sanayi sektöründe başarılı bir kariyere sahip olan Genel Sekreterimiz Mesut Urgancılar, Pelin Urgancılar ile evli ve Leyla’nın babası… Siyah-Beyaz dünyasını dergimize açan, Beşiktaş’ın dününü, bugününü ve yarınlarını konuştuğumuz yöneticimiz, A’dan Z’ye her şeyi bu röportajda anlattı.

Beşiktaş’tan uzakta, bir kasabada, İnegöl’de dünyaya gelmişsiniz. Çocukluk yıllarınızı anlatabilir misiniz öncelikle?
İlkokul, ortaokul ve liseyi İnegöl’de okudum. Çocukluğum, bakkal dükkanı, mandıra, elma bahçesi ve kasaba sokaklarında geçti. O nedenle dilediği zaman dilediğini yapan, koşturan, hoplayan, zıplayan, yeri geldiğinde de küçük yaşına rağmen ticaretin içinde yer alan bir çocukluğum oldu. Rahmetli babamın adı Hüseyin Avni, annemin Türkan. Bir de kız kardeşim var, adı Işıl. İnegöl’deki gündelik yaşamımı belirleyen en önemli unsurlardan biri de futboldu. İnegöl Doğanspor formasıyla amatör kümede oynuyordum. 1983 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Mimarlık Fakültesi Endüstri Tasarımı Bölümü’ne başlamamla birlikte futbolu unutmak zorunda kaldım.

Hiç futbolcu olma hayali kurdunuz mu?  
Hiç öyle hayaller kurmadım ama futbolun hayatıma  çok katkısı oldu. Ekip ruhuyla birlikte iş yapabilmeyi, haftada 5-6 idmanla disiplinli ve sağlıklı bir gündelik yaşam sürmeyi o günlere borçlu olduğumu düşünüyorum. Hayatımdaki belirleyici unsurlardan biridir, İnegöl’de yaşamış olmak. Kasabadaki insan ilişkileri, onların sıcaklığı, insanların birbirlerine kolay dokunabilirliği önemli etmenler ve hayatımın her alanında o günlerin etkilerini gördüm. ODTÜ de beni şekillendiren unsurlardan biridir. Açıkçası, bu tip kimlikleri ön plana çıkarmayı sevmem ama ODTÜ’lü olmaktan gurur duyuyorum. Tıpkı Beşiktaşlılık gibi, ODTÜ’lülük de bir yaşam biçimidir. Yaşamı farklı algılayışın ya da dünyaya bambaşka açılardan bakabilmenin okuludur ODTÜ ya da en azından bizim zamanımızda öyleydi. Öğrenimin olmadığı, eğitimin olduğu bir yerdir ki bu nedenle iş hayatında ya da özel hayatta ODTÜ mezunları hep farklıdır. Bu da  geleneklerini halen yaşatıyor olmasından kaynaklanıyor diye düşünüyorum.

Küçük bir kasabada büyümek, taraftarlık duygunuzun oluşması ya da beslenmesi açısından da birçok zorluğu barındırıyordur. Sizin Beşiktaşlılığınız nereden geliyor?
Ben birçok Beşiktaşlı’nın övündüğü gibi doğuştan Beşiktaşlı değilim. Babadan bir Beşiktaşlılığım da yok. Benimki kendi yüklediğim anlamlarla, kendi gördüklerim ve yaşadıklarım neticesinde bir seçim, bir tercih... Çocukluğumda kendimi Galatasaraylı sanıyordum. Çünkü babam ve amcalarımdan birisi Galatasaraylı’ydı. Ama az önce de söyledim, tarla ve mandıranın dışında okula gitmeden önce ve sonra benim için merkez, bakkal dükkanıydı. O bakkal dükkanında da bize yardımcı olan öğretmen Mehmet Tiryaki Beşiktaşlı’ydı. 12 Eylül öncesi İnegöl’deki genel sağ tandansa rağmen, sol da iyi bir örgütlenmeye sahipti. Bizim bakkalın oralarda ablalar, abiler toplanır, yürürlerdi. Ben de bakkalda kitap okumaya çalışan bir çocuk olarak, ne oluyor, ne bitiyor diye merakla bakardım. Sokaklardaki şiddet günden güne artıyor, delikanlıların, genç kızların büyük çoğunluğu kasabayı terk ediyorlardı. Kasabaya  kasvet ve ıssızlık çökmüştü. O günlerde yolum İstanbul’a düştü ve İnönü Stadı’nda Beşiktaş’ın bir maçına gittim. Maçın başlama düdüğüyle beraber bütün taraftarlar sahaya sırtlarını döndüler, maçı bir tek ben seyrediyorum. Hatta tepki de aldım ama çocuğum. Bir süre sonra sırtı dönük olan insanlara ben maç anlatmaya başladım. İlk yarı öyle bitti. İkinci yarı başlarken, ilk yarıdaki ritüelin tam tersi oldu, hakemin başlangıç düdüğüyle sırtı sahaya dönük olan taraftarlar yüzlerini sahaya döndüler. Gök gürültüsünden şiddetli, insanın tüylerini diken diken eden bir sesle, “Başın öne eğilmesin, aldırma Kartal aldırma” başladı. Kilitlendim, kaldım... Ve o anki çocuk aklımla kasabayı terk eden ablaların, abilerin orada olduğunu düşündüm. Çünkü söylenen, onların türküsü, onların marşıydı. O günden sonra isteyerek ve bilerek kendimi Beşiktaşlı addettim. Beşiktaşlılar’ın farklılıkları, dünyayı algılayış şekilleri ve birbirleriyle olan ilişkileri ile oluşan Beşiktaşlılık mefhumu da tıpkı ODTÜ’lülük gibi yaşam biçimimi şekillendiren en önemli etmenlerden biridir, yol haritamdır. Eğitim gördüğüm ODTÜ de, 1980 sonrasında ayakta kalan birkaç iyi eğitim kurumundan biriydi. Türkiye’de de bambaşka rüzgarlar esmeye başlamıştı. “Benim memurum işini bilir” denilerek  köşe dönücülüğün teşvik edildiği bir dönemde Beşiktaş, altyapısıyla, kendi gelenekleriyle, biraz da Süleyman Seba’nın kişiliğinde oluşan özellikleriyle -ki bunlar ahde vefa, alçakgönüllük, ilkeli olmak, herkese karşı kucaklayıcılık- yaşamımda bambaşka bir olgu oldu. 1990 yılında üniversiteyi bitirip İstanbul’a gelerek Beşiktaş’ı İnönü Stadı’nda yaşamaya başlayana kadar, günden güne içimde büyüttüğüm bir Beşiktaşlılık’la, Beşiktaş’a yüklediğim anlamlarla, Beşiktaş’ı uzaktan sevdim.

Peki, Beşiktaşlı olmanızı sağlayan o maçtaki protestonun amacı neydi?
Daha sonra Tuğrul Yenidoğan ile araştırdık. Onun kayıtlarına göre Gaziantepspor maçıymış. Protestonun amacı da, Beşiktaş’ın bir önceki hafta kupa maçında Lüleburgaz’a elenmiş olmasıymış...

Yönetici olmadan önce hangi tribünde maçlarımızı izliyordunuz?
Beşiktaş’taki adetlerden birisidir, herkes “Kapalı çocuğu” olduğunu söyler. Ben hiç olmadım. Numaralı’yla tanıştım ve hep oradan kombinem oldu. Ama bunun dışında arkadaşlarımla, dostlarımla beraber olmak için de bazı sezonlarda Kapalı ya da özellikle Eski Açık kombinem oldu. Burada belirleyici olan da, çok uzun süredir maçları birlikte seyrettiğim dostlarımdır. Beşiktaşlılar onları “İrlandalılar” olarak tanırlar. Hangi tribünde olursam olayım sırtımda hep 4 numaralı Niko Kovi forması oldu. Bu arada camiada oluşturulan haleti ruhiye ile son yıllarda cepte kombine, maç öncesi eşle dostla bir yerde yiyelim içelim ama stada gitme vakti geldiğinde de ayakların geri geri gitme durumunu hep yaşadım. Beşiktaşlılar’ın birçoğunun da aynı hislerlerle tribünlerden uzak durduğunu biliyorum. Artık zaman, Beşiktaş’tan uzaklaşan insanların yuvalarına, evlerine dönüş zamanıdır.

Genel olarak sakin bir profil çiziyorsunuz. Maç izlerken de sakinliğinizi koruyabiliyor musunuz?
Genelde evet... Sahada çok bariz bir haksızlık görmüyorsam sakinim, kaldı ki bu sezon özellikle futbol maçlarında gördüğümüz kanaatindeyim. O zaman en fazla yaptığım, kendi kendime söylenmektir. Eskiden daha fevriydim, yaşam daha doğrusu ailemdeki sağlık sorunları sakin olmayı öğretti.

Beşiktaş’a yönetici olmaya nasıl karar verdiniz?
Hayatın her alanında örgütlü olmanın gerekliliğine inanan bir insanım. Bir zamanlar, kendimce Beşiktaş ve birçok spor kulübü için örnek olması gerektiğine inandığım bir model vardı. Biliyorsunuz, kulüplerde birçok farklı dernek bulunuyor. Ayrı ayrı çok sayıda dernek yerine bunların tek bir taraftar örgütlenmesi çatısı altında toplanması gerektiğine inanıyordum. 2001-2003 yıllarında Beşiktaş’ın adının geçmediği, logosunun kullanılmadığı oluşumlardan birisi Siyah-Beyaz’dı. Onun çatısı altında tüm dernekleri bir araya getirip, iktidarı hedeflemeyen ama gölge iktidar gibi kulübün her konuda destekçisi olan bir taraftar örgütlenmesi olması gerektiğine inanıyordum ve bu amaçla da o yıllarda Siyah-Beyaz’ın başkanlığını yaptım. Benden önce ve benimle birlikte yöneticilik yapan arkadaşlarımla, dünyada bir ilki gerçekleştirdik, BJK Müzesi kuruldu. Elimizden geldiğince alt yapıya destek olmaya çalıştık. Kulübün resmi 100. yıl kutlamalarının dışındaki birçok kutlamayı organize ettik. Bunlardan en çok bilineni 2003 metrelik bayraktır. Alışılagelmiş dernek-kulüp ilişkilerinin tam tersine en etkin, en kalabalık, en çok ses getiren, en çok faaliyet yapan, Beşiktaş’a en çok fayda sağlayan bir derneğin başkanıydım ama biri hariç Beşiktaşlı yöneticilerin hiçbirisini tanımıyordum. Böyle olması gerektiğine inanıyordum. Tanıdığım Fikret Orman’dı. Arkadaşlığımız, dostluğumuz yılda birkaç kez yenilen  yemeklerde konuşulan Beşiktaş’ın problemleri ve nasıl halledilebileceğine dair dertleşmelerimizle gelişti. Seçim sürecinde kendisi “Beraber çalışabilir miyiz?” diye sordu  ve kabul ettim. İyi olsun isteyerek eleştirilerimizi yapıyoruz ama iş taşın altına el sokmaya geldiği zaman nedense çeşitli bahaneler üretiyoruz. Böylesi bir dönemde, “Şimdi değilse ne zaman? Verebileceklerimiz şimdi daha kıymetli” mantığıyla hareket ettim. Yoksa Beşiktaşlı olmak, yeter de artar bile... Açıkçası Beşiktaş yöneticiliğinin  başka bir kartvizit olarak taşınmaması gerektiğine inanıyorum.

Sizin de söylediğiniz gibi zor bir dönemde Beşiktaş’a yönetici oldunuz. Elbette daha uygun bir zamanda projelerin gerçekleştirilmesi çok daha kolay olur. Ama tüm bu koşullara rağmen Beşiktaş’ta eleştirdiğiniz konular, gerçekleştirmek istediğiniz projeler, hayaller nelerdir?
Beşiktaş’ın çok borcunun olduğu doğru, bu nedenle de Beşiktaş’ın mali disipline ihtiyacı var. Ekonomik anlamda yeniden yapılandırılması, yeni gelir kaynaklarının yaratılması gerekiyor ama Beşiktaş’ın değil yeniden yapılandırılması, sıfırdan çözüm üretilmesi gereken başka sorunları da var.
Bunların en önemlilerinden birisi, bence kongre yapısı. Beşiktaş’ın kongre yapısının değişmesi gerekiyor. BJK’nin yaşadığı zorluklardan, sorunlardan  sadece seçilenler değil, seçenler de sorumlu. Beşiktaş’ın çağın gereklerine yanıt veremeyen tüzüğü de değişmeli. Gerek kulüp gerekse de kulüp şirketlerindeki organizasyonların tekrar gözden geçirilmesi, profesyonelleşmenin, kurumsallaşmanın hakim olduğu yepyeni bir yapının, sistemin kurulması gerekiyor. Beşiktaş’ta 8-10 yıldaki travmanın başlangıç tarihinin 2000 olduğuna inanıyorum. Yaşanan travma nedeniyle taraftar ve kulüp arasında, taraftarlık algısına dair bir problem olduğunu düşünüyorum.
Bu algının, bu aidiyet hissinin yeniden sorgulanıp, yeniden biçimlendirilmesi gerektiğini söylüyorum. Ayrıca Beşiktaş’ı bugünlere getiren kötü yönetimlerle ilgili de nedenlerinin, nasıllarının araştırılıp, sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Bunları yapmak ya da bunların değiştirilmesine katkıda bulunmak da, dışarıdan atıp tutmakla olmuyor. O nedenle işin içinde olmak gerektiğine inandığım için buradayım. Elimden geldiğince bunları değiştirmeye, dönüştürmeye yardımcı oluyorum.

Taraftarlarımızın en çok merak ettiği konuların başında da BJK İnönü Stadı inşaatı var... Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Mekanın ve eşyanın tarif gücüne inanan insanlardanım. İnönü Stadı ile Beşiktaş özdeşleşmiş durumda ama 70 yıllık bir stadyum ve yarını yok, veda vaktinin geldiği kanaatindeyim. Ama bunun yerine yapılacak yeni stat da, Beşiktaş’ın önümüzdeki 40-50 yılını kapsayacağı için çok büyük vebali olan bir iş. Sayın Başkanımız da, bununla yatıp bununla kalkıyor. En büyük amacımız Beşiktaş’a bir an önce yeni bir stadyum kazandırmak. Yeni stadın Beşiktaş’ın gelirlerini artırma yönünde büyük bir katkısı olacak. Gelir anlamında karşılaştıracak olursak, rakiplerimizden geri kalmamızın önemli nedenlerinden birisi, stadyum gelirlerimizin rakiplerimizin gelirlerinin çok gerisinde olması. Artık ihtiyaçlara cevap veremeyen, zamanın gerisinde kalmış ve ömrünü tamamlamış İnönü Stadı yerine Beşiktaş taraftarının hak ettiği bir stadyumumuz olacak. Futbol endüstrileşiyor, bu nedenle statlar gerek futbol seyircisine maç öncesi ve sonrası sunduğu imkanlar ve gerekse de futbol dışı aktivitelerle bambaşka gelir kaynakları yaratıyor. Ancak Beşiktaş nev-i şahsına münhasır kişiliğini stadyumda yaşatmalı, stadyuma yansıtmalı diye düşünüyorum. O nedenle de stadyumun tasarımı çok önemli. Bununla beraber uyulması gereken yasalar da var. Orası koruma altında. Bunun ötesinde dünyanın en güzel yerlerinden birinde stadımız. Tüm dünyaya iyi bir stadyum yapmak, boynumuzun borcu. Çünkü Boğaziçi dünya kültür mirası. Bunların hepsini bir araya getirerek, bu işten alnımızın akıyla çıkacağımıza inanıyorum.

Bu kadar yoğunluk içerisinde ailenize ve iş hayatınıza ne kadar vakit ayırabiliyorsunuz?
Ailemi ihmal etmemeye çalışıyorum. Üç buçuk yaşında bir kızım var. Geç baba olunca insan elindekinin kıymetini daha iyi anlıyor. Onun büyümesini kaçırmak istemiyorum. Bir de ben evinde deşarj olan, huzur bulan bir insanım, o nedenle aileme iyi vakit ayırmaya çalışıyorum. Kızım, eşim ve bizimle birlikte yaşayan  annem hallerinden şikayet etmediklerine  göre şimdilik bir sorun yok. Tabii ki gündelik yaşamda önemli ve acil sırasında Beşiktaş bir numaraya çıktı. Bunun yanı sıra ben profesyonel, maaşlı bir çalışanım. Kendi işimi de mümkün olduğunca aksatmamaya çalışıyorum. Bu konuda da çok şanslıyım. Gerçekten çok iyi ve özverili bir ekibim var. Onların da destekleriyle olabildiğince Beşiktaş’a vakit ayırmaya çalışıyorum. Biliyorsunuz benim görevim, genel sekreterlik. Beşiktaş’taki alışkanlıklarla bakınca insanlar farklı bir portre, farklı bir profil bekliyor. Yönetimdeki birçok arkadaşımızla birlikte alışılmış profilde yöneticiler olmadığımızı söyleyebilirim. Örgütlülüğe inandığımı söylemiştim.  Ayrıca ABFT (American Business Forum in Turkey), ODTÜ Mezunlar Derneği, TÜSES (Türkiye Siyasal, Sosyal Araştırmalar Vakfı) üyesiyim ve YPG (Otomotiv Yenileme Pazarı Geliştirme Derneği)’nin başkanlığını yapıyorum.

Sizin aynı zamanda resim, edebiyat ve şiire çok meraklı olduğunuzu duymuştuk...
Edebiyat delisi, edebiyat tutkulusu bir adamımdır. Kısa, öz, reaksiyonel tavrı ile  dünyaları anlattığına inandığım, içinde  aşktan kavgaya ne istiyorsam bulabildiğim için şiir tutkunuyumdur. Ama uzun soluklu olması nedeniyle ayrıca bir roman sevdam da vardır. Bilgeliği zorladığına inandığım için deneme türünü de severim. Bunun dışında, yönetime girdiğimden beri sekteye uğramış olsa da, elimden geldiğince nerede, hangi sergi var, hangi galeride kimin eserleri sergileniyor keyifle takip ederim. Beşiktaş beni bir süredir edebiyat, siyaset, sanat sohbeti yaptığım dostlardan uzak düşürdü ama şimdi feda zamanı, şikayetçi değilim.

Son olarak taraftarlarımıza neler söylemek istersiniz?
Az önce söylediğim gibi Beşiktaş’taki önemli problemlerden birisi taraftar ve kulüp arasındaki aidiyet olgusu. Bu yeniden tanımlanmalı. Çünkü Beşiktaş kötü yönetilirken, bazı değerlerini kaybederken, -bence ekonomik olarak kaybedilenlerden çok daha önemli- Beşiktaş ile taraftarı arasındaki algı, aidiyet hissi de erezyona uğramış. Bu yeniden tanımlanmalı. Sizler de biliyorsunuz; bizim gurur duyduğumuz, tüm dünyaya örnek olan, sadece futbola değil, dünyaya da bambaşka bir açıdan bakan bir taraftarımız var.  Ancak bu taraftar   maçlarda oyuncularımız tekmelenirken, hakemler takımımız aleyhine haksız kararlar verirken zaman zaman kendisini eğlendirmek derdine düşüp gerekli tepkileri gösteremedi. Bazı taraftarların tribünlerde insan avına çıktığı dönemler oldu. Kulübün aldığı cezalardan hiç söz etmiyorum bile... Bunların yeniden düşünülmesi lazım. Beşiktaş taraftarının özeleştiriye başlayarak, bundan sonra ne yapılması, nasıl yapılması gerektiğine karar vermesi lazım. Bunlar hallolacak meselelerdir. Ben her zaman topun nasıl olsa çizgiyi geçeceğine inanan bir insanım. Yeter ki, kulüp, kulüp şirketleri ve takımlarımız, işin maddi ve manevi taraflarıyla değerlerimizi yücelterek, doğru yönetilsinler. Biz bunu yapmak için varız. Geride kalan yedi, sekiz ayda gerçekten insan üstü çaba gösterdiğimize inanıyorum. Bunları şimdi algılamak, görmek zordur. Beşiktaş’ta uzunca bir süre problemler, özellikle iç meseleler konuşulmamış. Bir de Beşiktaş’ta ne yazık ki öyle bir ruh hali var ki, hep kötümserlik üzerinden, hep komplo teorileriyle, çamur at izi kalsınlarla gündem yaratılmış. Bunların da değişmesi gerekiyor. Eleştirirken bilmemiz gereken, eleştirinin eleştirilenden çok eleştireni ortaya koyduğudur. Beşiktaş’ın her mecrasında özeleştiriye ihtiyacı var. Bunun için de farkındalığımızı artırmalıyız, yüzleşmekten korkmamalıyız.  Unutulmamalı ki bu ülkenin 110 yıllık “yüz akı”yız. Beşiktaş’ı tutkuyla yüceltmek,  gurur duymak için sevmeliyiz.

Teşekkür ederim.