HABERLER

Yağız Can Konyalı: ‘Bertolt Brecht Türkiye’de yaşasaydı Beşiktaşlı olurdu’

Sanatçı Yağız Can Konyalı, Beşiktaş Dergisi’ne konuk oldu.

“Babam Beşiktaşlıydı ama futbol ile ilgilenen birisi değildi. Oğlumu alayım maça götüreyim gibi istekleri yoktu. Aile içerisinde başka takımları tutmam için biraz mücadele verildi. Bir gün babam ‘Beşiktaşlı olmazsan, seni maça götürmem’ dedi ve hikaye böyle başladı ama yaş ilerleyince babamın maça giden bir insan olmadığını da anladım. Feriköy, Dikilitaş ve bir dönem de Beşiktaş’ta futbol oynadım küçük yaşlarda, semtin içerisinde olmak da bir etkendi. Babam ile maça gidemediğimden eniştem ile birkaç maça gitmiştim ve yaşım küçük olduğundan stada nasıl girebileceğimi çözdüm. Hani eskiden olurdu ya küçük çocuklar ‘abi beni önüne alsana’ derler ve yetişkin birinin yardımıyla içeri girerlerdi, ‘aaa ben de böyle girerim içeri herhalde’ dedim ve zaman içerisinde evden kaçıp maça bu şekilde girdim. Maçımı izlerdim sonra da eve gidip dayağımı yerdim (gülüyor). 2007 yılından bu yana çok az maç kaçırmışımdır ve kaçırdığım maçlarda oyuncu olduktan sonraki maçlardır. Olympiakos maçında stadın yukarısında tiyatro oyunum vardı. Sesler geliyor, gol oluyor ama oyunumu oynadığım için ancak içimden gooooll diye bağırabiliyorum, sonra hoparlörlerden sirtaki müziği çalmaya başlandı. İlginç bir anı, stadın yakınında işimi yapıyorum ama maça gelemiyorum. Açıkçası başka takımların da statlarında maç izledim ama buradaki atmosfer tam olarak benim ruh halimi yansıtıyor. Fark ediyorsun ki Türkiye’deki birçok tiyatrocu, yönetmen, bu işlerle ilgilenen hemen hemen herkes Beşiktaşlı, ayrı bir ruhu var. Hala bu stada ilk girdiğim anda gözlerim doluyor.

Bizim Hikaye dizisinin ikinci sezonu başlamadan önce ‘Yağız Can bey, yönetmen değişti, program tam oturmadığından ötürü sizi üç saat bekleteceğiz’ dediler, Sarpsborg maçı vardı ‘tamam, araba ile beni maça götürün, izleyip dönerim’ dedim. Hakikaten maça gittim ve üç gol attık, sonra da tekrar sete döndüm.

Yaşadığımız haksız yenilgilerin ardından ki genel olarak öyle, verilen isyanın çok daha kültürel olduğunu gördüm, şimdi fark ediyorum onu. Küfür veya beddua etmekten ziyade haksızlığın karşısında dimdik durabilmeyi gördüm. Nazım Hikmet’in Ferhad ile Şirin oyununda çok güzel bir söz var. Binayı yapıyorlar ama diyor ki bakın bu bina yıkılır. Yıkılsın diyor, biz bir daha yaparız. Sonra Nazım’ın lafları, bir daha yaparız. Burası bana bunu öğretti. Hem normal hem sanat yaşantımda yenilginin aslında yenilgi olmadığını öğretmesi önemli bir kazanç oldu. MSGSÜ stadyumun hemen yakınında olduğu için öğrencilik yıllarımda da okuldan çıkıp Shakespeare konuşarak stadı görmeye gelirdim.

İnsanın derdine hal olmayı istemek, empati yeteneği ile bir insanın hayatına girebilmek, yardım edebilmek bir yapı meselesi. Biz bunu Şeref Bey’den, Baba Hakkı’dan miras olarak aldık, genetiğimize kodlanmış. Çarşı gerçeği var diğer yandan. Kült olmuş ve yaratıcılıkta çığır açmış bir taraftar grubuna sahipsin. Yaptıkları pankartlara ülkenin halini, insanın derdini yansıtan bir oluşum. Tüm bu kriterleri ele aldığında bir sanatçı başka hangi takımı tutabilir ki? Şampiyon olsun diye takım tutarsın tamam ama insana dokunacaksan, halkın sesi olacaksan halkın takımını tutmalısın. Bertolt Brecht Türkiye’de yaşasaydı Beşiktaşlı olurdu kesin. Halkçı, savaştan çıkmış bir ülkenin ayağa kalkmasına sanatçı kimliğinle yardımcı olmaya çabalayan biri başka hangi takımı tutabilir ki? Tabii ki Beşiktaş. Duygusal tarafımız da çok gelişmiştir bizim. Beşiktaş ile ilgili konuşan bir kişinin felsefe yapmasını isterim, insana dair bir söz söylemesini isterim, kitap okuyan biri olmasını isterim. Bu sebeple Şenol Güneş’i kendime çok yakın görmüştüm. Sonucun değil, bu ülkeyi sürecin kurtaracağını söyledi ya bu bana öğrencilik yıllarımı hatırlattı. Oyunculuk eğitiminde de bize aynısı söylenirdi çünkü.

En unutamadığım maç 2008-09 sezonuna ait olan Bursaspor maçı. Sanırım yaşım on altı ve Beşiktaş’ta bir dershanedeyim. Maça gitmek için babamdan kırk lira aldım, eski açık tribün bileti de otuz beş lira. Gişede bilet kalmamış, karaborsa almam gerekli ama en ucuz bileti de altmış liraya satıyorlar. Saatlerdir beklemekten karnım da acıktı, simit, çay, su filan derken elimdeki para düştü otuz altı liraya. Diğer yandan da maç başladı, ailem arıyor ‘haydi oğlum gel, evde tv’den izleyelim’ diyorlar, ‘yok gireceğim bu maça’ diye ısrar ediyorum ben de, çünkü yenersek şampiyonluk için önemli bir adım atacağız ve liderlik koltuğuna oturacağız. Derken bir tane çocuk geldi ve otuz beş liraya bana bilet verdi, cebimde ise bir liram kaldı. O bir lirayı da yol parası yapacağım ve özellikle de halk otobüsüne denk getirmem gerekli. Gişeye doğru ilerlerken bu kez de “acaba sahte bilet mi aldım” diye endişelenmeye başladım ama turnikeden bilet onayı gelince bir sevindim hemen koşa koşa çıktım tribüne. Maç 0-0 bitti ve ben cebimdeki son bir lira ile eve gittim. Hem İnönü Stadı’nda hem Vodafone Park’ta bir çok maç izledim ama en unutamadığım maç budur. Bir de Osmanlıspor karşısında şampiyonluğu kazandığımız maç var. Stad yenilenmişti ve oyunum olduğundan açılış maçına gelememiştim ama buradaki ilk maçımda şampiyonluğu görmek de çok anlamlıydı.

Ekonomik durumu iyi olmayan bir aile mensubu, varoşta yaşayan ve özel durumu olan bir çocuğun hikayesi. Resim çizerek hayatına devam ediyor, kendini resim çizerek rahatlatıyor. Bir de yazar bir kadın var oyunumuzda. Çaptan düşmüş, yazdıkları rağbet görmeyen bir yazar kadın. Kendi halindeyken bu çocukla karşılaşıyor ve aralarında bir ilişki başlıyor. Çocuk resim çiziyor, varoş mahallede yaşıyor, aydın bir çocuk gibi duruyor ama bilgileri kısıtlı ve kadın bunlardan ötürü çocuğun potansiyelinden etkileniyor ve ben senin oyununu yapacağım diyor. Birlikte vakit geçiriyorlar, çocuğu dinliyor, gözlemliyor, kayıtlar alıyor ve çocuğun oyununu yaparak tekrar piyasada  parlıyor. Sonra çocuk ile arasındaki ilişki bozuluyor, çocuk bunu kaldıramıyor... Artık sonunu anlatmayayım. Hepimiz aynı şehirde yaşıyoruz. Fakiri, zengini ve ne kadar bir arada olduğumuzun farkında değiliz. Bu fikrin üzerine kurulu, Dot Tiyatro’da Esra Bezen Bilgin ile beraber oynadığımız çok keyifli bir oyun. Parlamayı bekleyen, yetenekli çok çocuk var ve ailesine gidip o çocuğu alamıyorsun ya, onun oyununu oynuyoruz. Aslında o çocukları alabilsen ne hallere gelirler, neleri başarırlar şeklinde bir ümit oyunu. Oyunumuzun aynı zamanda çevirmeni olan Mehmetcan Mincinozlu, Bizim Hikaye dizisini çekerken varoş mahalledeki çocukları alıp sete getirdi. Çocuklar o kadar etkilendi ki, “abi biz de bu işi yapmak istiyoruz” dediler. Bu çocuklar belki aşçı, belki terzi olacak veya olabilirler ama onlara bu imkan verilmiyor. Bu oyun çocuklara o hakkı vermemiz gerektiğinin mesajını taşıyor.”

Röportajın tamamını ve Beşiktaş Dergisi Şubat sayısındaki diğer konuları okumak, posterleri ve mobil duvar kağıtlarını indirmek için TIKLAYIN